Yağmur yağıyordu müstakil evinin balkonunda kahvesini yavaş yavaş yudumlarken. Yağmur damlaları hızla yere iniyor, toprak kokusu yoğunlaştıkça kendini huzurlu hissediyordu. Birden Kasım ayının kasvetli gecesini anımsadı. Jack'i bekliyordu. Öldüğünü hatırına getirmek istemiyordu. Bekledikçe bekledi. Belki öldüğünü anlayamıyordu belki de anlamak istemiyordu... Kim bilir, kimse bilmezdi onun çektiği acıyı. Annesi bilir miydi? Peki ya babası. Onu yalnız bırakan, onu unutan, terk eden insanlar mı anlayacaktı onu? Küçük kızı mı yoksa. Hayatın bir evcilik oyunu olduğunu sanan yetim kızı mı?
Hınçla ayağa kalktı Emma. Kızına bir şey demeden paltosunu aldığı gibi kapıyı pat diye kapatıp uzaklaştı o evden. Neden diye düşündü. Neden kudretli bir dağ değilim de Emma'yım? Neden bir su damlası değilim de Emma'yım? Neden bir fidan değil de Emma! Bunu hak etmiyordu. Veya o öyle zannediyordu. Gökyüzüne baktı. Suratı ıslandı. Çikolata rengi gözleriyle etrafı süzdü. Mezarlığa gitmeye karar verdi. Jack'i ziyaret edecekti.
O, mezarlığa vardığında kızı Elsa ise dışarı çıkmış annesini sayıklıyordu. Onun da mı sonu babası gibi olacaktı? Daha 6 yaşındaki bir çocuğun böyle şeyler düşünmesi tuhaftı. Tabii bu sıradan insanlar için tuhaftı. Emma kızının böyle şeyler düşünmesini normal buluyordu. Onu annesi ve babası bebekken terk etmişti zaten.
Jack'in mezarının başına vardığında yere yığıldı Emma. Dayanamadı, dayanamadı artık o taşın üzerinde Jack Brave yazmasına.
21 YIL SONRA
Huzur yerini yalnızlığa bırakmıştı artık...
Hilal Cesur